Stevie Wonder Gana Vatandaşı Oldu
AKRA, 21 Eylül (Xinhua) — 13 Mayıs 2024’de Gana’nın başkenti Akra’da duygusal bir eve dönüş hikayesi yaşandı. Amerikalı ikonik müzisyen Stevie Wonder, Gana Devlet Başkanı Nana Addo Dankwa Akufo-Addo’dan Gana vatandaşlığı belgesini aldı. Wonder’ın 74. doğum gününe denk gelen olay, onun için derin bir kişisel dönüm noktası niteliğindeydi.
Wonder için Gana, atalarının kökleriyle ilgili çağrışımlarla doluydu. Wonder, “Buraya ilk geldiğimde sanki daha önce burada yaşamışım gibi hissettim, buranın özünü hissettim. Ait olduğum yerin burası olduğunu anladım” diyor.
İlk olarak 1619 yılında kayda geçen Afrikalı köleler, İngiliz sömürgesi Virginia’ya getirildi. Bu, milyonlarca kişiyi vatanlarından koparacak utanç verici transatlantik köle ticaretinin başladığı anlamına geliyordu. Gana hükümeti bundan tam dört yüzyıl sonra 2019’da Geri Dönüş Yılı’nı başlatarak köleleştirilen Afrikalıların torunlarını kökenlerinin asli mirasını bulmaya davet etti.
Bir zamanlar köleliğe zorlanan sayısız Afrikalının son kez dönüp baktıkları Gana, 20. yüzyılda Afrika’nın bağımsızlığı hareketi ve Afrika’nın birliği düşüncesinin doğduğu yer oldu.
KARANLIK BİR GEÇMİŞİN İZLERİ
Cape Coast Kalesi’nde 18 yıldır rehberlik yapan Robert Morgan Mensah, “Burada çok güzel bir mimari görüyoruz ama arkasındaki üzücü tarih, bize burada transatlantik köle ticareti sırasında yaşananları hatırlatıyor” diyor.
Gana’nın Merkez Bölgesi’nin kıyısında yer alan Cape Coast Kalesi’nin etrafı, Atlas Okyanusu’na dönük toplarla donatılmış surlarla çevrili. Mensah, Avrupalıların, transatlantik köle ticaretini kolaylaştırmak için Batı Afrika kıyı hattında 60’ın üzerinde kale inşa ettiğini söylüyor. Bu kalelerden 40’ından fazlası ise Gana’da bulunuyor.
15. yüzyılın ortasında Gine Körfezi’ne gelen Avrupalılar, buradaki bölgelere peşinde oldukları ticari malların adını verdi. Gana’ya verilen isim “Altın Sahili” idi; Cote d’Ivoire, “Fildişi Sahili” oldu. Modern Togo, Benin ve Nijerya’nın bazı bölgeleriyse “Köle Sahili” olarak adlandırıldı.
Gözlerini büyük karların bürüdüğü Avrupalılar, Amerika kıtasını ve Karayipler’i sömürgeleştirip arazi ve kaynaklara el koydu ve yerli halkların kökünü kazıdı. İşgücüne olan talebin artması üzerine Avrupalılar, Afrika’ya yöneldi. Hükümetlerinden cesaret alan Avrupalı tüccarlar, Karl Marx’ın “insan eti ticareti” olarak nitelediği büyük ölçekli köle ticaretine başladı.
“Üçlü ticaret” olarak bilinen bu ticaret, Avrupa, Afrika ve Amerika kıtasını birbirine bağlıyordu. Köle tüccarları, şarap, kumaş ve silah gibi mallarla dolu gemilerle Avrupa’dan Batı Afrika’ya geliyor ve köleleştirilen Afrikalıları Atlas Okyanusu’nun karşı kıyısına taşıyordu. 6-10 hafta süren bu korkunç yolculuk Orta Yolculuk olarak biliniyordu. Amerika kıtasına ulaşan tüccarlar, bu köleleri büyük çiftliklere ve maden sahiplerine satıyor, gemilerini de tarım ve maden ürünleriyle tıka basa doldurup Avrupa’ya dönüyordu.
Batı Afrika’daki bu kalelerin en büyüklerinden biri olan Cape Coast Kalesi ilk olarak İsveçliler tarafından inşa edilmiş, sonrasında İngilizlerin eline geçmişti. Ülkenin iç kesimlerinde yakalanıp köleleştirilen Afrikalılar, köle gemileri gelinceye kadar haftalar, bazen de aylarca zindanlarda tutuluyordu. Kölelerin maruz kaldığı korkunç şartları anlatan Mensah, beş zindanın her birinde karanlık ve tıka basa dolu bir ortamda zincirlenmiş 150-200 kölenin bulunduğunu söylüyor.
Mensah, “Zindanların her tarafından pislik akıyor ve hastalıklar hızla yayılıyordu. Burada birçok kişi hayatın kaybetti ve cesetler, daha ölmemiş olan birçoklarıyla birlikte denize atıldı” diyor.
Karayip Topluluğu’nun (CARICOM) Birleşmiş Milletler Nezdindeki Daimi Gözlemcisi Missouri Sherman-Peter, dört yüzyıl boyunca 12-20 milyon Afrikalının köleleştirildiğini belirtiyor.
ATLAS OKYANUSUNUN ÖTESİNDE ÖLÜMÜNE ÇALIŞMAK
Cape Coast Kalesi’nin yaklaşık 450 kilometre doğusunda Benin’in Quidah sahilinde başka bir şok edici anıt yer alıyor. “Dönüşü Olmayan Kapı”, zorla “Köle Sahili’nden” Amerika kıtasına götürülen Afrikalıların anısına inşa edilmiş.
Kötü nam salmış köle tüccarı Francisco Felix de Souza’nın torunlarından 20 yaşındaki Beninli rehber Espero de Souza, “15 erkek köle ya da 21 kadın köle karşılığında bir top alınabiliyordu” diyor. Köleler, Chacha Meydanı’nda açık arttırmayla satılıyordu. Burası Souza’nın atalarının hakim olduğu vahşi bir köle pazarıydı.
16. yüzyılın başlarında zengin olmak için Brezilya’ya ayak basan ilk Avrupalılar olan Portekizliler, büyük şeker kamışı çiftlikleri kurdu, ancak zorla çalıştırma ve hastalıklar yüzünden kırıma uğrayan yerli nüfus onlara yetmiyordu. Çiftlik sahipleri bunun üzerine hastalıklara daha dirençli ve kontrol etmesi daha kolay olduğu düşünülen Afrikalı kölelere yöneldi.
1630’a gelindiğinde yaklaşık 170.000 Afrikalı köle Brezilya’ya taşınmış ve şeker kamışı, tamamen köleliğe bağlı bir ürüne dönüşmüştü. Tarihçi Wolfgang Leonhard’ın kaydettiği üzere 1638 yılına gelindiğinde şeker kamışı çiftliklerindeki işçilerin yüzde 100’ü köleleştirilmiş Afrikalılardan oluşuyordu.
Günümüzde Brezilya’nın kültürel sembollerinden olan Samba dansının kökeninin Batı Afrika’nın Kimbundu diline dayandığına inanılıyor. Bu dilde “Semba” kelimesi canlı dans anlamına geliyor. Bir teoriye göre köle tüccarları, köleleştirdikleri Afrikalıları, limana vardıklarında daha kolay satılabilmeleri amacıyla seyahat sırasında dans etmeye zorlayarak onların çevikliğini koruyordu.
KAPİTALİST ÜRETİMİN UĞURSUZ ŞAFAĞI
18. yüzyılın başlarında Manchester en fazla 10.000 kişinin yaşadığı küçük bir kentti. 19. yüzyılın ortasına gelindiğindeyse bu kent, ürünleri tüm dünyaya ihraç edilen yüzlerce pamuk fabrikasıyla İngiltere’nin tekstil sektörünün can damarı haline gelmişti.
Trinidad ve Tobago’nun ilk başbakanı olan tarihçi Eric Williams, köle ticaretinin Batı’daki sanayileşme üzerine yaptığı derin etkiyi özetliyor.
“Manchester’ı Manchester yapan şey üçlü ticarete olan bu muazzam bağımlılığıydı” diyen Williams, İngiliz İmparatorluğu’nu “Afrika temelleri üzerinde yükselen Amerika ticaret ve donanma gücünün muazzam üst yapısı” olarak niteliyor.
Bir zamanların küçük bir balıkçılık köyü olan Liverpool da bir sanayi kenti olmadan önce önde gelen bir köle ticareti limanı olarak gelişti. Ekim 1699’da kayıtlara geçen ilk İngiliz köle gemisi, 220 Afrikalı esirle Karayipler’e gitmek üzere Liverpool’dan yola çıktı. 18. yüzyıl boyunca Liverpool’un köle gemileri yaklaşık 1,5 milyon Afrikalının yasadışı ticaretini gerçekleştirdi.
Londra, Bristol, Nantes, Bordeaux, Amsterdam ve Zelanda gibi kentler de vahşi köle ticaretiyle zenginleşti. Bu insanlık dışı ticaretten elde edilen gelirler, tüm Avrupa’da imalat ve ulaştırma sektörlerinin büyümesine güç sağladı.
Az bir sermayeyle işe başlayan köle tüccarları, bazen sermayelerinin on katına varan muazzam karlar elde etti. 1827 yılında bir kaptan, başlangıçta 4.000 ABD dolarından az bir sermaye yatırmasına rağmen tek bir seyahatle 40.000 doların üzerinde net kar elde edebiliyordu.
Londra Üniversitesi Akademisi İngiliz Köle Sahipliği Mirası projesinden araştırmacılar, İngiltere’nin günümüzde sahip olduğu zenginliğin önemli bir bölümünün kölelikle ilişkili olduğunu ortaya çıkardı. Zenginliklerini köle ticaretinin üzerine inşa eden Barclays Bank ve Lloyds Bank gibi kurumlar, Londra’nın küresel finans merkezi olarak yükselmesini sağladı.
ABD’deki çiftlik sahipleri de özellikle pamuk üretiminde Afrikalı kölelerin zorla çalıştırılmasından büyük karlar elde etti. Tarihçi Sven Beckert’in Pamuk İmparatorluğu (Empire of Cotton) adlı kitabında belirttiği üzere 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ABD’nin ihraç ettiği tüm pamuğun yarısından fazlası köle çalıştıran eyaletlerde üretiliyordu.
Dört yüzyıla yayılan transatlantik köle ticareti, Batılı ülkeler için muazzam bir zenginlik yaratarak sermaye birikiminde kritik bir rol oynadı. Bu, bu ülkelerin başını çektiği küreselleşme sürecinin vahşi gerçekliğini yansıtıyor.
KÖLELİĞİN KALDIRILMASININ ALTINDAKİ SEBEPLER
Eric Williams, 1938 yılında Oxford Üniversite’sinde eğitim görürken yayımladığı Kapitalizm ve Kölelik adlı kitapçıkta çığır açıcı bir iddiada bulunarak Batı’da köleliğin, ahlaki bir aydınlanma sonucu değil, ekonomik çıkarlar ve stratejik ihtiyaçlar sonucu kaldırıldığını savundu.
Bu sav, akademik çevrelerde bir hareketlenmeye yol açtı, çünkü köleliğin kaldırılması hareketinin arkasındaki ana faktörün, insani ilkeler olduğu yönündeki baskın görüşe meydan okuyordu. İngiliz yayıncı Frederic Warburg, “İngiliz geleneğine aykırı” olduğu gerekçesiyle ilk başta Williams’ın kitapçığını basmak istemedi.
Daha sonra Trinidad ve Tobago başbakanı olan Williams, köleleştirilen insanlar üzerinde elde edilen zenginliğin, Sanayi Devrimi’ni tetiklediğini ve kapitalizmin gelişmesiyle köleliğin serbest ticarete ve kapitalizmin daha fazla yayılmasına engel haline geldiğini ortaya koydu.
Ganalı tarihçi Yaw Anokye Frimpong, köleleştirilmiş işgücüne olan talepteki düşüşün, temel olarak teknolojik ilerlemelerden kaynaklandığını tespit etti. Sanayileşmiş ülkelerde makinelerin gece gündüz durmaksızın çalışmaya başlamasıyla bedensel işgücüne olan ihtiyaç azaldı ve verimlilik ve çalışma saatleri bakımından sınırlı olan köle insanlar ekonomik yük haline gelmeye başladı.
Ganalı tarihçiye göre köleliğin sonu, aniden ortaya çıkan bir ahlaki aydınlanma sonucu değil, üretim modellerindeki değişiklikler, ahlaki tartışmalar ve yasal zorluklar gibi birçok faktörün bir araya gelmesi sonucu gerçekleşti.
Dahası köle tüccarları ve köle sahiplerine bu “mallarından” vazgeçmeleri karşılığında büyük tazminatlar ödendi. Söz gelimi eski İngiltere Başbakanı David Cameron’ın ataları, 1833 tarihli Köleliğin Kaldırılması Yasası’nın çıkmasının ardından büyük bir tazminat aldı.
Öte yandan Afrikalılar her zaman köleliğe karşı koymaya devam etti. 18. yüzyılın sonlarında Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’nden esin alan, Haiti Devrimi gibi büyük ölçekli ayaklanmalar patlak verdi. Bu isyanlar, köleliğin sürdürülmesinin maliyetini artırdı.
1807 yılında İngiltere Parlamentosu, Köle Ticaretinin Kaldırılması Yasası’nı çıkardı ve onu diğer Avrupalı ülkelerin çıkardığı benzer yasalar izledi. Ancak bu karlı ticaret “yer altında” yine de devam etti. Denizde takibe alınan köle kaçakçıları, para cezalarından kurtulmak için bazen esirlere taş bağlayıp oları denize atıyordu. Transatlantik köle ticaretinin tam anlamıyla sona ermesi 19. yüzyılın sonlarını buldu.
Ama Afrika’nın acısı bitecek gibi değildi. 1884-1885 Berlin Konferansı’ndan sonra Batılı güçlerin Afrika’yı kontrol etme mücadelesi kıtanın bölünmesine yol açtı. Bu pervasız bölünme Afrika’ya günümüze kadar devam eden bir yoksulluk ve az gelişmişlik mirası bıraktı.
“AFRİKA BİRLEŞMELİ”
Akra’daki Kwame Nkrumah Anma Parkı içinde Afrika’nın birliğini savunan Nkrumah’ın şu sözleri yer alıyor: “Ben Afrika’da doğduğum için değil, Afrika benim içimde doğduğu için Afrikalıyım.”
6 Mart 1957’de bağımsızlığını ilan eden Gana, Batı’nın sömürge yönetiminden kurtulan ilk Sahra Altı Afrika ülkesi oldu. Nkrumah, o tarihi günde, “Afrika kıtası bütünüyle kurtulmadıkça bizim bağımsızlığımız anlamsızdır” ifadelerini kullandı.
“Gana’nın Atası” olarak görülen Nkrumah, Afrika’nın birleşmesinin ateşli savunucularındandı. Nkrumah, Afrika Birleşmeli (Africa Must Unite) adlı kitabında gerçek bağımsızlık ve zenginliği elde etmek için tüm Afrika ülkelerinin birleşmesi çağrısı yapıyordu.
Gana’nın bağımsız olmasından bir yıl sonra Nisan 1958’de Akra’da ilk Bağımsız Afrika Devletleri Konferansı yapılarak Afrika Birliği Örgütü’nün temelleri atıldı.
Anokye Frimpong, “Gana’nın bağımsızlık mücadelesi, tek bir ülkenin özgürleştirilmesini değil, tüm kıtanın sömürge yönetiminden kurtarılmasını ve Afrika birliğinin yeniden sağlanmasını amaçlıyordu. Günümüzde Afrika ülkeleri, tarihi miraslarının izlerini silerek birleşik, müreffeh bir gelecek inşa etmeye çalışıyor” diyor.
Gerçekten de Afrika insanları geçmişin vahşetini asla unutmadı. Küresel Güney’in sesini giderek daha fazla duyurmasıyla, bu birliğin bir parçası haline gelen Afrika halkı, hak ettikleri adalet ve hakları için artık daha özgüvenli ve kendinden emin bir biçimde mücadele ediyor.